1958'de Uşak'ta, Kayaağılı köyünde devlet memurluğu yapan bir babanın oğludur İskender Pala. "Büyüdüğünde ne olacaksın?" sorusuna radyoların etkisine kapılmış olacak ki "radyoda konuşmak istiyorum" cevabını verir.
Beş kardeşin dördüncüsü, maddi sıkıntısı olan, okumamış bir anne ve koyun güderken okuma yazmayı öğrenen bir babanın çocuğudur. Okumaya daha ilkokuldayken karar vermiştir. Bu süreç sıkıntılı geçse bile okuyarak, içindeki dinmeyen bu açlığı doyurmak ister.
BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ
Beş kardeşin dördüncüsü, maddi sıkıntısı olan, okumamış bir anne ve koyun güderken okuma yazmayı öğrenen bir babanın çocuğudur. Okumaya daha ilkokuldayken karar vermiştir. Bu süreç sıkıntılı geçse bile okuyarak, içindeki dinmeyen bu açlığı doyurmak ister.
BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ
İlkokulu bitirdikten sonra okul hayatı İmam-Hatip Okulu'nda devam eder. 1969'da mezun olur ve Kütahya'da yatılı okumaya başlar. Şehirde gurbette geçen yılları genç İskender'in iç dünyasını etkilemiş olacak ki yazma eskizlerine başlar. İlk olarak lise birinci sınıfta roman denemesi yapar. Adı, on dördünde bir çocuğun ihtişamlı hayal dünyasının komik sonucudur: "Bir Ömür Böyle Geçti" Bu yıllarda genç İskender daha sonra yaşamadığı için yazamadığı bir kaderin onu beklediğini anlayacaktır. 1976 yılında liseden aldığı iki diplomayla iki farklı bölüme girer. İmam Hatip diplomasıyla Erzurum Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne, Lise diplomasıyla Konya'da Mühendislik Bölümü'ne kaydolur. Ama tercihini edebiyattan yana kullanır. Bir süre sonra Edebiyat eğitimini Erzurum'da değil, yazarların mekanı olan İstanbul'da devam etmek ister. Erzurum'dan İstanbul Üniversitesi'ne nakil yoluyla orta boy bir valizle tasdiknamesini yanına alarak yola çıkar. Yolculuğun sonunda İstanbul sınırının şehre giriş tabelasını gördüğünde sabah ezanı okunuyordur. Nüfusun 3 milyon yazıldığı tabelaya bakar ve şöyle der; "Allah'ım; şu üç milyon insan içinde kimseyi tanımıyorum ama seni tanıyorum." Artık İstanbul'dadır ve bilmediği bir şehirde hem çalışacak, hem de okuyacaktır. Aynı gün İstanbul Üniversitesi sekreteri Vedat Bey onun okula kaydını yaptırıp Vefa'daki İlim Yayma Yurdu'ndaki bir tanıdığına gönderir. O bey yurtta bir oda verir. O gece hayatında ilk defa boza ile tanışır ve daha sonra o bozayı içmekle kalmayacak ve okumak için parasını bozacıda garsonluk yaparak kazanacaktır. Burası Vefa Bozacısı'dır.
'SOLCULARDAN DA DAYAK YEDİM ÜLKÜCÜ VE AKINCILARDAN DA..
1977 yıllının kış ayında Unkapanı'ndaki Reşat Nuri Tiyatrosu'unda boza servisi yapmaya başlar ama bir taraftan da sanatçılara imrenir. Çünkü kendisi geceleri ders çalışan, para kazanmak zorunda olan bir öğrencidir. Ama ne var ki yıllar sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Daire Başkanlığı'nı yaparak geçmişteki açığını fazlasıyla kapatır. İstanbul'a nakil dolayısıyla üniversiteye ikinci seneden başladığı için ilk senede oluşan siyasi gruplaşmalar nedeniyle yalnız kalır ve dışlanmışlık hisseder. Herhangi bir tarafa ait olmak istemediği için onu sivil polis zannedenler bile olur. Hayat mücadelesinin yanında bir de siyasi akıntıya karşı mücadele eklenmiştir; "Ve herkes birbirini ötekisi zannediyordu. Sağcılar, solcular ve akıncılardan sıra sıra dayak yediklerim oldu. Beyazıt Meydanı'na yürüyüp, inanmadığım şeyler için slogan atmak zorunda kaldığım bile oluyordu. Oysa ben hiçbirine mensup olmak istemiyordum; İstanbul'a okumak için gelmiştim ve üstelik karnımı doyurmak için hayatımı kazanmak zorundaydım." Öğrenciliğinin son yılında Edebiyat Fakültesi'nin kütüphanesinde memur olarak çalışır. 1978 de Günaydın gazetesine bulmaca hazırlayıp, Yeni Devir gazetesinde ibtidai araştırma yazıları yazar. Böylelikle bir çok yazarla tanışma fırsatı yakalar. O dönemlerde bir üniversitede asistan olmak çok zordur. Önce kütüphane memurluğu yapar. 12 Eylül darbesinin ardından evlenir ve maddi sıkıntıları başlar. Açılan asistanlık sınavına girer ve kazanır, ama Hocası, "Sen bu alanda benim şöhretimi silersin" diyerek ucuz bir bahaneyle sınavı iptal eder. Asistanlık denemesinden sonra İskender Pala, şartların uygun oluşu nedeniyle Deniz Kuvvetleri'nde açılan sınava girer."Neden asker olmak istiyorsun?" sorusuna ise cevabı şöyledir; "Lojman veriyorsunuz, maaşı bir öğretmenden daha iyi, üstelik öğrencilerin en zekileri de askeri okullarda okuyor, neden olmasın?" Sınavdan 6 ay sonra kazandığını bildiren bir mektup alır. Kazanır kazanmasına ama içindeki bilime hizmet isteğini bastıramaz. O yıl yeniden açılan asistanlık sınavına girmek için Deniz Kuvvetleri'ne "asistan olmak ve bilim alanında çalışmak istiyorum" diye bir mektup gönderir. Ama ertesi gün hoca tekrar sınavı iptal eder ve hayatında iki fırsatı da aynı anda kaybetmiş olur.
İLİM RÜTBEYLE ÇELİŞMEYE BAŞLADI
İLİM RÜTBEYLE ÇELİŞMEYE BAŞLADI
Deniz Kuvvetleri'nde ertesi sene sansını tekrar dener, sınavı kazanır ama askerliğini yapmamıştır ve asker ocağını tanımamaktadır. 15 gün sonra bu görev bana göre değil diyerek ayrılmak ister. Ama ona bunun "15 günlük değil 15 yıllık bir mecburi hizmet" olduğu söylenir. Bu 15 yılın neredeyse yarısı eşinden ve çocuklarından ayrı sürgünde geçer. O arada da kendisi açısından bir 'Opus Magnum' sayılan Divan Şiiri Sözlüğü'nü yazar. Ne ki ilim, rütbeyle çelişmeye başladığından yıllar sürgünde erir. "Eşim bana her alanda destek oldu. Ben vazife için başka şehirlere gittikçe çocuklarımıza hem annelik hem de babalık yaptı. Ne eşyamız kaldı ne de kitaplarımız. Çünkü kitap olduğu zaman taşınmak çok zordur." Binbaşı iken askerlikten ayırıldığında önceleri omuzlarına çakılmış yükün hafiflediğini hisseder. Bu durumu şöyle anlatır; "Dedim ki; artık bir devri kapattım. Bundan sonra ne yapabilirsem onu yapacağım. Ve o kadar iyi bir hayata sahip olacağım ki bir gün asker olduğumu bile unutacağım. İşte o gün bugündür. Benim için asker olmak artık bir fotoğraftan ibaret." Pala'nın hayatında ikinci ve belki de en önemli koridor açılır. Üniversiteye intisab eder ve orada öğrencileriyle hayatı yeniden keşfeder. Sonraki hayatı hiç olmadığı kadar bereketli geçer: Romanlar, denemeler ve makalelerle şimdi 70'in üzerinde kitapta imzası vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder